Neredeyse bitmişti, ilk
barınak ve ikinci konak yeri. Artık bir mutfakları, kızların kendine özel odaları
ve bir de uzakta tuvaletleri vardı. Kazdıkları hendeği yeterince derinleştirmişlerdi. Ayrıca olta kancalarıyla basit tuzaklar kurmayı başarabilmişlerdi. İş bölümü de
yapmışlardı. Her hafta bir kişi temizlikçi iki kişi yemek toplayıcı bir kişi de
aşçı oluyordu. O hafta temizlik sırası Ayşenur’daydı. Her günün son
ışıklarında tuvaleti temizliyorlardı. Ayşenur o gün tuvaleti temizlemek için biraz gecikmişti. Hava karardı. Yanındakilerin “yarın yaparsın bırak” ısrarlarına rağmen tuvaleti temizlemek
için yola çıktı. Temizlik bittikten sonra tuvalet kâğıdı olarak kullandıkları
yaprakların bitmek üzere olduğunu gördü ve ateşe de güvenerek yaprak toplamaya karar verdi.
Kübra,
Akansel ve Alperen sohbet ediyorlarken birden Ayşenur nefes nefese kapıdan
içeri koşarak girdi. Eli yüzü bembeyaz olmuştu. Solukları düzene girdikten
sonra meraklı bakışları dindirmek için anlatmaya başladı: “Tuvalet kâğıdı
olarak kullandığımız yapraklar bitmek üzereydi. Biraz toplayayım dedim.
Ağaçların oraya gittim. Yaprakları toplamaya başladım. Birden arkamda bir nefes
hissettim. Ateşi aldım, etrafıma bakınmaya sesler çıkarmaya başladım. Sonra
azıcık ötede bir çift göz gördüm. Ateşten parlıyordu. Orada durdum, hareket
etsem saldıracak gibiydi.” Soluklandıktan sonra devam etti: “Ne yaptıysam
uzaklaşmadı, ben de bir adım daha attım, sonra o da bana bir adım attı.
Korkuyordum, dizlerimin üzerine çöktüm ve biraz daha yaklaştım. O da yaklaştı.
Sonra daha önce hiç görmediğim bir hayvanla karşı karşıya kaldım. Bedeni kaplana benziyordu. Dişleri biraz daha
uzun ve sivriydi. Sonra o yaklaştı, ben yaklaştım. Patilerinde yara izleri
vardı ama belli ki bir insan eli tarafından tedavi edilmişti. Saldırmamasından
da işkillendim. Daha önce bir insan mı gördü acaba, diye düşündüm. Sonra
saçmalama Ayşenur dedim kendi kendime. İyice yaklaştık bu arada birbirimize. Patisiyle
elime vurdu. Usulca avuç içimi açtım. Kokladı. Sonra ön patilerini omzumun
üzerine atıp beni yalamaya başladı. Epey bir boğuştuk. Tam kalktım, onu da
getireceğim buraya arkadan sesler duydum: “Çaki! Kızım neredesin?” şeklinde
bağırıyordu benim yaşlarımda bir erkek. Sonra hayvan sesin geldiği yere doğru
yöneldi. Ağaca çıkıp izlemeye başladım. Bir de ne göreyim. Eli silahlı bir
çocuk hayvanı aldı başını okşadı sağa sola baktı ve gitti. Ben de koşarak
buraya kaçtım.”
Bu
anlatılanlardan sonra konak yerindeki herkes dehşete düştü. Bunca zamandır
adada eli silahlı adamlar vardı. Herkes sorar gözlerle birbirine baktı. “Nasıl
bizi fark etmezler?”, “Nasıl hiçbir izlerine rastlamayız?”, “Neler oluyor bu
adada?” gibi onlarca soruyla boğuştuktan sonra, bütün işleri nöbetleşe ve birlikte
yapmaya karar verdiler. Bundan sonra nöbetçi ağaçta nöbet tutacak, bir şey
görürse herkese haber verecekti. Gerçi silahla gelen insanlara karşı hiçbir
güçleri yoktu. En iyisi yerin altına gizli bir
sığınak yapmak olacaktı. Neyse ki ilerleyen günlerde kimse tarafından rahatsız
edilmediler. Kimseyi görmediler. Ayşenur bazen Çaki’nin sesini duyduğunu iddia
etse de ondan başka duyan olmadığı için çok önemsemediler.
Bir gece ateşin
etrafında otururlarken, Ayşenur nedensizce ağlamaya başladı. Kübra sordu:
“Bacım, iyi misin?” Ayşenur: “Hepiniz benim yüzümden burada esir kaldınız. Ona
üzülüyorum” dedi. Utku: “Niye senin yüzünden olsun? Hepimiz kendi isteğimizle
çıktık bu yola.” Selahattin: “Üzme kendini. Her ne kadar arkadakileri özlesek
de burada olmaktan mutluyuz.” Ayşenur: “Hayır anlamıyorsunuz!” diye bağırdı.
Akansel sakin bir ses tonuyla: “Anlat bacım.” dedi. Alperen başıyla Akansel’i
onayladı. Ayşenur önce uzunca bir süre düşündü sonra anlatmaya karar verdi.
Daha ne olabilirdi ki zaten: “Üç yıl önceki doğum günümde nereden geldiğini
bilmediğim bir hediye aldım. Bir çanta. Açılacak yerleri kilitliydi. Bir ipucu
yazıyordu. ‘Çantanın içine ulaşmak istiyorsan şifreyi kır!’ diye. Şifreyi
kırdım. Çantanın içinde bir harita vardı. Haritada Manavgat’tan yola çıkıp
neresi olduğunu bilmediğim bir yere doğru işaretlenmişti. Anlam veremedim.
Haritayı kaldırdım bir kenara. Ertesi sene doğum günümde yine nereden
gelmediğini bilmediğim bir dergi aldım. Derginin adı; Endülüs’tü. Önce
şaşırdım. Abimin yola çıktığı geminin adıydı bu. Ama geminin battığına ve
kimsenin sağ kalmadığına dair kesin bilgiler vardı elimizde. Birisi benimle
eğleniyor herhalde diye kızdım. Dergiyi açtım. Bir yer tarif ediyordu. O yerde
bazı ipuçları bulacağım yazılıydı. Gittim ve gittiğim yerde birkaç garip pinpon
topu buldum. İyice sinirlenmeye başladım. Ancak pinpon toplarının üzerinde anlam
veremediğim rakamların örüntüleriyle bir şey yazılmıştı. Şifrelenmiş bir bilgi
gibiydi. Aylarca çözmeye çalıştım. Resmen takıntı haline getirdim. Bazen
hepsini atacak oluyordum sonra nedense içimdeki dürtüler buna engel oluyordu. Bir
sonraki doğum günümden üç ay önce bir mektup aldım. Mektupta ‘Bu doğum gününde
öldüğünü zannettiğin birilerinin yaşadığına şahit olmak ister misin?’
yazıyordu. Ayrıca önceki sene bulduğum kodun çözümü için birkaç bilmecede
yazılmıştı. Gelen şifrelerin bir kısmını çözüme kavuşturmuştum. Heveslendim ve
geçen seneki doğum günümden önce sizleri topladım. Yola bu yüzden çıktık. Ama
mektupta kocaman harflerle: “KİMSEYE HABER VERME. YALNIZ GEL!” yazıyordu.
Sanırım sizi bu işin içine sürüklediğim için bu haldeyiz. Ayrıca bir korkum
daha var. Yarın hediyeleri almaya başlayalı dördüncü doğum günüm olacak. Yani
artık ne yaparsak yapalım, o sağ olsa bile, onu bulmamız imkânsız. Nerede
olduğumuzu biz bile bilmezken…”
Ayşenur
bunları anlatırken bir anda nereden geldiği belli olmayan bir silah sesi
duyuldu. Hepsi bir anda sığınağa kaçtılar. Telaşlıydılar. O gece dışarı
çıkamadılar. Sabah olduğunda barınaklarını yerle bir edilmiş, yiyecekleri talan
edilmiş, her şeyi yakılmış ve yıkılmış olarak buldular. Bütün her şeyin
ortasında bir direk gördüler. Direğin ucunda asılı bir not vardı:
‘Sığınağınızın yerini bilmiyor olmamız sizi yakalayamayacağımız anlamına
gelmez!' Aniden bağırışlar duydular. Aynı anda silahlı altı adamın üzerlerine
doğru geldiğini gördüler. Kaçacak bir yerleri yoktu. Silahları da yoktu.
Akansel, Kübra’ya sarıldı. Alperen ile Utku Ayşenur’un önüne geçtiler.
Selahattin hepsinin önünde gelenlere karşı kendini siper etti. Altı adamın
arkasından yedinci ve ekip lideri olduğu belli olan bir adam geldi ve kaba
kahkahalarla konuşmaya başladı: “Siz şu batan geminin mahsulüsünüz değil mi?”
İğrenç kahkahaların ardından devam etti: “Artık elime düştünüz. Ne zamandır peşinizdeyim bilemezsin. Bundan sonra ya benim esirimsiniz ya da ölüsünüz.” Selahattin atıldı: “Hepimizi tek tek
öldürsen dahi hiçbirimize sahip olamazsınız!” Savurduğu tehditlerin anlamsız
olduğunu Selahattin de biliyordu ama kardeşi bildiği bu insanların bu pislik
herife esir olmalarındansa onları öldürmeyi bile düşünürdü. Adam yine
kahkaha attı. Kahkahalarının arasında:
“Canına susamış esirleri çok severim ama küçük adam görüyorum ki boyun ve kilon
dışında benimle savaşabileceğin hiçbir silahın yok. Nasıl olacak da bana kafa
tutacaksın acaba?” diye alay etti.
O sırada Utku elini cebine götürdü, Selahattin arkasına döndü Akansel’e gözüyle işaret verdi. Utku Ayşenur’un elini
bıraktı. Alperen’e döndü: “Hakkınızı helal edin!” diye bağırdı Selahattin de: “Hakkınızı
helal edin…” dedi kısık bir sesle ve alaylı alaylı konuşan herifin üzerine doğru atıldı. Alperen ve Akansel o anda kızları alıp hızla koşmaya başladılar. Utku da diğerlerinin güvenle sığınağa doğru uzaklaştığını görünce -daha önceden sakladığı- taşla bir adamın kafasını yardı ve koşarak adamın
silahını almaya çalıştı. O sırada Selahattin’in altındaki adam can havliyle
bıçağını Selahattin’in göğsüne sapladı. Utku tam silahı aldığında adamlardan
birinin kurşununun hedefi oldu. Selahattin son nefesine kadar adamın gırtlağını
sıktı. Son nefesini verirken bağırdı: “Ya birlikte ölürüz! Ya birlikte ölürüz!”
daha da sıkı boğazladı adamı. Adam öldüğünde Selahattin Utku’ya doğru baktı. Utku
da iki adamı öldürmüş birisinin de kafasını yarmıştı. Ancak diğer üç adamın
hedefi haline gelmişti. Selahattin göğsündeki bıçağı çıkardı ve önce derin bir
nefes aldı. Alnındaki terlerini sildi. Gözlerini iyice ovaladı ve adamlardan
birisinin tam başına sapladı fırlattığı bıçağı. Utku bu sırada yere çökmüştü.
Kan kaybediyordu. Diğer iki adamı da vurduktan sonra yere yığıldı. Çok fazla
kurşun isabet etmişti. O sırada son bir kuvvetle Selahattin’e baktı. Canından
can bildiği kardeşi kendi kanında boğulmanın mücadelesini veriyordu. Yaşam
savaşını kaybetmek üzereydi. Utku da kendinden geçmek üzere olduğunu artık
yaşam savaşının bittiğini, bu dünyaya dair her şeyin sonuna geldiğini
hissediyordu. Kulağında büyük bir uğultu vardı. Gözleri kapandı. O sırada
Selahattin de son duasında Ayşenur, Kübra, Akansel ve Alperen’i düşündü, daldı
gözleri maveraya… Son bir nefes daha verirken onun da kapandı gözleri.
Kübra
ve Ayşenur ne olduğunu anlayamadan kendilerini sığınakta bulmuşlardı. Alperen
Akansel’le göz göze geldikten sonra başladı anlatmaya: “Ayşenur silahlı bir
adam gördüğünü söylediğinde ne olur ne olmaz diye bir kaçış planı yaptık. Sizin
de bu plana katılacağınızı bildiğimiz için size söylememeye karar verdik. Utku
ve Selahattin biz sizi sığınağa getirirken geride kalmaya gönüllü olmuşlardı.”
Alperen’in gözleri dolmaya başlamıştı. Sesi ölümün sessizliğine benzer bir
boğuklukta kendisinden de bağımsız bir şekilde devam etti çıkmaya: “Sanırım onların
görevi tamamlandı. Ne olursa olsun artık sizi koruyacağız.” Ayşenur öfkeyle:
“Nasıl böyle bir şey yaparsınız! Nasıl!” diye hıçkırarak bağırdı. Akansel Ayşenur’un
ağzını eliyle kapattı. Gözyaşları eşliğinde beklemeye başladılar. Ayşenur
içinden doğduğu güne lanetler okuyordu. Hepsinin kendi hatası olduğunu düşünüp
kahroluyordu. En son içindekileri tutamadı sinir krizine girdi. Kübra hemen
Ayşenur’a sarıldı. Ayşenur titriyordu ve bir an sonra bayıldı. Herkes ne
yapacağını şaşırdı. Ayşenur’un üzerini örttüler. Nefes borusu tıkanmasın diye
yan yatırdılar. Bir süre sonra titremesi geçti, sakinleşti ve uykuya daldı.
Uyandığında
herkes başucunda onu bekliyordu. Bir an sordu: “Utku abi! Selahattin abi!
İyiler mi?” Akansel üzgün, kırık ve neredeyse tükenmiş bir ifadeyle: “Yukarı
çıktım! Kimseden iz yoktu. Ezilmiş ot izleri ve harabeye dönmüş konak yerimiz
dışında hiçbir şeyden, hiç kimseden iz yoktu!” dedi ve yumruğunu sığınağın
duvarına vurdu. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. O sırada Ayşenur bir ses duydu.
“Çaki, sen misin?” diye sordu boşluğa. Ayşenur birden ayağa kalktı. Uzun süre
yatmanın verdiği etkiyle başı döndü. Ama dolambaçlı adımlarla yürümeye devam
etti. Sığınaktan çıkmaya yeltendi ancak Akansel buna izin vermedi. Ayşenur
Akansel’le boğuşmanın anlamsız olduğu düşündü. Kübra’ya yalvaran gözlerle
baktı. Kübra Akansel’e Ayşenur’u bırakmasını söyledi. Bu hengamenin ardından
Ayşenur sesi duyduğu yere doğru yöneldi. Diğerleri de onu takip ediyorlardı.
Birden durdu. Ayşenur dışında kimse gördüğüne inanamıyordu. Cidden fazlaca
kaplana benzeyen bir hayvan karşılarında onlara bakıyordu. Çaki koşarak
Ayşenur’a sarıldı. Bir anlık hasret gidermeden sonra, Çaki herkesi kokladı ve
takip etmelerini istercesine hareketler yapıp güneşin battığı yöne doğru
yöneldi. Yolun sonunda onları bir adam karşıladı. Herkes sus pus, korku ve
şaşkınlık içinde ağır adımlarla adamın davet ettiği mağaraya girdi.
Yeni adam
herkes içeri girince korkuyu ve şaşkınlığı dağıtabilmek adına sessizliği bozdu:
“Merhaba ben Hamza. Can Hoca’nın asistanıyım.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder