Ekibin kafası soru işaretleriyle doluydu. Can Hoca
tahmin ettikleri gibi Berk Can olabilir miydi? Eğer öyleyse bu nasıl mümkün
olabilirdi? Eğer o değilse Can Hoca kimdi ve Hamza onun asistanı olarak niçin
gelmişti? Yoksa konak yerine saldıran adamın bir oyunu muydu bu?
Bu sorular herkesin aklından
anlaşmışçasına ortak bir şekilde geçerken kimse konuşamıyordu. Herkes kendini
toplamak için Hamza’nın ikram ettiği sıcak çorbayı içmeye koyuldu. Çorbanın
karınlarını doyurması ve dinlenmiş olmanın verdiği enerjiyle Hamza’ya sorular
yağdırmaya başladılar. Her soruya tek tek cevap vermek yerine Hamza olan biteni
başladı anlatmaya: “Bir gün Can Hoca beni yanına çağırdı ‘Ayşenur’a iki doğum
günüdür çözmesi için bilmeceli hediyeler gönderiyorum. Az önce bilmecenin son
parçasını da yolladım. Ona tek başına gelmesini söyledim. Ancak eminim ki tek
başına gelmeyecektir. Bütün ekibi toplar o. Bu yüzden ötekilerin dikkatini
çekeceklerdir. Şimdi ülkeye geri dönüp onları takip edeceksin. Sağ salim buraya
gelmeleri senin görevin. Ancak hiçbir şekilde benden haber alıncaya kadar
kendini belli etme. Yoksa hem kendi hayatını hem onların hayatını tehlikeye
sokarsın.’ Bunları söyledikten sonra bana talimatlar içeren bir kâğıt verdi.
Alnımdan öptü. ‘Kolay gelsin evlat!’ dedi. Sonra ben de ülkeye gelerek Ayşenur
Hanım’ın hazırlıklarını izledim. Sizi toplamasından yola çıkışınıza kadar olan
tüm süreçlerden beridir sizin birkaç adım arkanızdaydım. Ta ki geminiz alabora
olana kadar. Bunu fark ettiğimde çok geç olmuştu. Siz çoktan gemiyi terk
etmiştiniz. Geminizin battığını haber vermek için Ana adayla iletişime geçtim.
Can Hoca acilen sizinle iletişime geçmemi ve sizi Ana adaya ulaştırmamı istedi.
Ancak sizin nerede olduğunuzu bilmiyordum. Derken denizde demir bir sandık fark
ettim. Önce onu çıkardım battığı yerden. Sonra sandığın biraz ilerisinde Utku
ve Selahattin Bey’in oldukları kayığı fark ettim. Kendilerinden geçmişlerdi.
Onları en yakın kara parçasına çıkartmak için gemiye alacaktım ki, düşman
gemilerden birisi -ki muhtemelen sizin geminin batmasına da sebep olan- üzerime
ateş açtı. Ardından silahımı, gemideki kayıktan iki küreği, demir sandığı ve
iletişim için gerekli cihazı alıp Selahattin ve Utku Bey’in kayığına bindim.
Ardından harita çalışmalarımdan hatırladığım en yakın kara parçasına doğru
kürek çektim. Sonra Utku ve Selahattin Bey’i kıyıda bırakıp -sadece Can
Hoca’nın yakınında olanları bildiği- ada ajanını aramaya başladım, ki hepiniz
kendisiyle tanıştınız: ‘Çaki’. Onu bulmak hayli zor oldu. Neyse bulduktan sonra
kıyıya döndüm ancak Utku ve Selahattin Bey çoktan gitmişlerdi. Ardından bir
süre sizleri aradım. Sanırım Çaki Ayşenur Hanım’ı birkaç kere buldu ancak beni
görünce kaçtığı için asla sizi yakalayamadım.”
Akansel bunca bilginin verdiği
hışımla sordu: “Peki Utku ve Selahattin’den bir iz buldun mu çatışma gününde?” Hamza
bir perdeyi aralayarak: “Selahattin ve Utku Bey buradalar. Onlara sanrı
gösteren ve karşı tarafın zihnini kilitleyerek karşıdakini etkisiz hale getiren
o iğrenç iğnelerden saplamışlar. Tahminimce Selahattin Bey de Utku Bey de sadece
halüsinasyon görmeye başladılar ve sonunda kendilerinden geçip bayıldılar. Biz
de Çaki’yle o sırada bağrışmaları duyduk ve o yöne doğru geliyorduk. Sizin
saklanmak için bir yöne kaçtığınızı fark ettik. Sanırım adamlar sizi
arıyorlardı. Tam o sırada Çaki karşılarına çıktı. O onları oyalarken ben ateş
ettim. Silah seslerini duyunca -tehdidin boyutunu fark edemediklerin olsa
gerek- kaçtılar. Ardından Selahattin ve Utku Bey’i buraya taşıdık. Ben onlarla
ilgilenirken Çaki sizi aramaya koyuldu. Sonunda da hep beraber buraya geldiniz.”
Hamza konuşurken Alperen’le Akansel,
Utku’yla Selahattin’in yanına giderek derin bir oh çektiler. Ayşenur’la Kübra
da çok rahatlamışlardı. Bu sırada biraz soluklanma imkânı bulan Hamza neden
sonra devam etti: “Açıkçası size saldıranlar sizin kim olduğunuzu biliyorlardı.
Can Hoca’nın tahmininizden çok daha fazla düşmanı var. Aslında bu düşmanlardan
çoğu çok uzun zamandır sizlerin peşindeler. Neyse geri kalan sorularınızın
cevabını sanırım Can Hoca vermeli. Şimdilik burada güvendeyiz ancak haberleşme
cihazım gemiden kaçarken parçalandığı için nerede olduğumuza, ne yaşadığımıza
dair hiçbir şeyi Ana adaya haber veremiyorum. Biraz dinlenin ve diğerleri de
kendilerine geldiğinde bir plan yapmaya çalışırız.” Sonra Hamza mağaranın
dışına çıktı ve nöbet tutmaya başladı.
Bu sırada Selahattin kendine geldi.
Şaşkın şaşkın etrafına baktı. Alperen hemen su verdi. Önce sakinleştirdi ve
olanı biteni ona da anlattı. Utku hala kendine gelememişti. Herkes yeni
öğrendiği bilgileri hazmetmeye çalışıyordu. Hamza’nın anlattıkları gerçek
olabilir miydi? Peki her şey gerçekse bile bu adadan nasıl kurtulacaklardı?
Onlar bu sorular içinde yüzerken Utku da kendine geldi ve o da olup biteni
dinledikten sonra Hamza’ya: “Abisi, buradan ana ada ne kadar uzaklıkta?” diye
sordu. Hamza: “Tam teçhizatlı bir gemiyle birkaç gün sürer. Kayıkla muhtemelen yolu kaybederiz.
Kaybetmesek bile kesin yakalanırız.” şeklinde Utku’nun ne söylemek istediğini
anlamışçasına cevap verdi. Bütün düşüncelerin yolu kapanırken güneş de yine
yerini dolunaya bırakıyordu. Bu sırada Çaki mağaranın yakınında bir tepeden
denizi seyreden Ayşenur’un yanına geldi ve usulca oturdu. Ayşenur Çaki’nin
nasıl bu kadar uysal ve bir ajan olacak kadar eğitimli olduğunu merak ediyordu.
Ama soracak ne yer ne de zamandı. Ay ışığına bakarak: “Hadi abi! Ne olur bul
artık bizi…” diye geçirdi içinden. Çaki Ayşenur’un iç sesini duymuş gibi
ulumaya benzeyen bir ses çıkarttı. Sonra ay ışığı, derin bir sessizlik ve gece…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder