“Ne
oldu burada?” Hamza’ya haykırırcasına sordu. Cevap bile beklemeden sağlık
ekipmanlarının olduğu bottakilere işaret ederek: “Hemen bu iki adamı gemiye
taşıyın. Soldakine dikkat edin. Burada kimsenin ölmesini istemiyorum!” dedi ve tekrar
Hamza’ya yönelip: “Hemen herkesi gemiye götür!” komutunu verdi öfkeyle. Sonra
Ayşenur’a seslendi: “Ayşenur! Sen benimle geliyorsun!” Herkes şaşkındı.
Tanıdıkları Berk Can ölmüş de yerine sanki mutasyona uğramış birisi gelmişti,
Tıpkı Berk Can gibi ama kesinlikle Berk Can dışında birisi. Hiç kimseye selam
bile vermemişti. Herkes botlara bindiği sırada adamlar toparlanmış olacaklar ki
botlara doğru tekrar ateş açtılar ve seslere göre bu sefer daha ağır silahlarla
saldırıyorlardı. Berk Can önce Ayşenur’u Hamza’nın botuna gönderdi hızlıca ve
diğer iki bottakilere seslendi: “Hemen botları gemiye götürün!”
Diğer
iki bot gemiye doğru hareket ettiklerinde Berk Can ve onun botundakiler kıyıya
tekrar döndüler ve savaş gibi bir çatışma başladı. Berk Can ve ekibi dört
kişiydi. Adadakiler ise sayılamayacak kadar çoktular ve akın akın geliyorlardı.
Berk Can bottan indikten sonra hemen botu batırdı ve motoru parçaladı. Ardından
deli gibi haykırarak ateş etmeye başladı. Ayşenur öyle üzülüyordu ki arkasına
bakamıyordu. Kübra’nın bir anlık: “Allah!” dediğini duydu arkasına baktı ve
abisinin başından vurulup yere yığılmasını izledi. O an dünya başına
yıkılıyordu sanki. Bir an suya atlamak istedi ama Utku sıkıca tuttu Ayşenur’u.
Gözyaşlarını tutamadı. Hıçkırıkları nefesini engelliyordu. O sırada botlar
gemiye varmışlardı. Önce Selahattin ve Akansel’i gemiye taşıyıp revir odasına
götürdüler. Sonra Ayşenur, Kübra, Alperen sırasıyla çıktılar. Utku
merdivendeyken dönüp adaya son bir kez daha baktı can dostunun düşüşü aklına
geldi: “Huzur içinde uyu, savaşını artık biz devralıyoruz canım kardeşim…”
dedi, yutkundu, bir damla gözyaşını denize savurdu. O sırada Hamza: “Utku Bey yoksa
siz?” Utku Hamza’ya sorusunu tamamlamasına izin vermeden: “İşine bak evlat ve
artık bana Utku Bey deme!” dedi ve geminin güvertesine çıktı. Hamza da
güverteye çıkıp botları da güverteye çekince gemi demir aldı ve hareket etti.
Bu sırada Ayşenur’a sakinleştirici iğne yapmışlardı. Onu kamarasına taşıdılar.
Kübra da onunla aynı kamarada kalacaktı. O da gitti Ayşenur’un yanına. O sırada
adada büyük bir ateş yandığını gördüler. Aynı anda da patlama sesleri ve
anlamsız gelen bazı bağrışmalar duydular.
Alperen
Utku’nun yanına geldi: “Neden bunca zamandır bizden uzakta yaşadı?” Utku:
“Savaşıyordu!” Alperen: “Onu tahmin ediyordum. Yeni kurulmuş dünya düzeninde
Türkiye’nin yerini koruması için ve gizli eğitim yerlerinin savaşlardan uzak
tutulması için bu görevi ancak Berk Can üstlenebilirdi. Gittiği günden beri
farkındayım. Ama bizden niye koptu, bunu bir türlü anlamıyorum.” Utku:
“Ankara’daki yıllarımızda gizli bir teşkilatla tanıştırıldık. O sırada
gelişmekte olan bu dünyayı çok uluslu şirketlerinin yönetmesi planları
gündemdeydi. Ta GDOlu yiyeceklerin üretilmesinden ilk çok uluslu şirketin
bağımsızlığını ilan etmesine kadar ki süreç bu savaş içindi. Biz ve bizim gibi
birkaç ülke tarım topraklarımız sayesinde hala devlet olarak ayaktayız. Bu
devamlılığı sağlamamız içinse çok sağlam bilim insanları yetiştirmeliydik. Aynı
zamanda ise kimsenin bilmediği bir ilim ordumuz olmalıydı. Sonradan sonraya
içine dâhil olduğumuz teşkilat hepimize ayrı ayrı görevler verdi. Berk Can’ın
görevi de ıssız bir adada bir eğitim yuvası inşa etmekti. Bilirsin bizimkinin
en büyük hayali ‘Medrese kurmaktı!’” Alperen araya girdi Berk Can’ı taklit
ederek: “Beyler, bir medresemiz olmalı ilim yayacak ateş olup Anadolu’yu
ardından dünyayı tutuşturacak!” İkisi de hüzünlü bir tebessüm ettiler ardından
Utku devam etti: “İşte bu görevi duyunca hemen atladı bizimki. Ancak görevin
bir ağır yanı vardı ki, Berk Can ölü bilinmeliydi. Hiçbir yakın hiçbir arkadaş
olmayacaktı. Ama bizim çılgın kardeşimiz bizden vazgeçmedi. Ülkeye döndüğü
nadir zamanlarda hep bizi takip ediyordu. Mesela senin bozuk musluk vardı ya
nasıl düzeldiğini hiç anlamadığın...” hafif bir tebessümle Alperen: “O mu yaptı
vay şerefsize bak sen!” Utku: “Yok be oğlum adamın buna ne ara vakti olsun! Bir
gün bir kâğıt parçası buldum ceket cebimde. İçinde kimin olduğunu çok iyi
bildiğim bir el yazısıyla ‘musluğu tamir et! Olacakları seyret!’ yazıyordu.
Sonra size geldiğimiz bir gün gizlice musluğu tamir ettim. Bir mektup da orada buldum.
Onda da: ‘Sanma güller sizsiz yetişir, Aşk odunda Cansız bedenler zor
pişirilir, Her şeyden geçilir de hasret hep geçirir, Az kaldı bir bakarsın ayrı
kalanlar birleşir…’ diye bir şiir yazıyordu. Aslında sonrasında beni ve Ayçe’yi
adaya davet etti. Medresenin uzay bilimleri ve uzay teknolojileri için Ayçe’den
yardım istedi. Ancak benim de takdir edersin ki memlekette halletmem gereken
çokça işim vardı. Ancak Ayşenur’a bu ipuçları gelemeye başlamadan önce yine bir
mektup gönderdi, içinde: ‘Kız kardeşin senden yardım ister yakında, onu eli boş
yollama’ yazılıydı. O an anladım artık kavuşma vakti gelmişti. Ama bu sessiz
sedasız yapılmalıydı. Yoksa Ayçe ile sürekli iletişim halindeydik ve bana
mektup yazmak yerine çok basit bir şekilde Ayçe’nin yardımıyla haber
edebilirdi. Ondan sonra Ayşenur’dan gelecek haberi beklemeye başladım. Aslında
o sizi çağırmakla çağırmamak arasındaydı ama bana danışmaya gelince sizsiz
olmayacağını söyledim. Çünkü eminim ki Berk Can da sizi bekliyor” derin bir
nefes aldıktan sonra “du” diyebildi. Alperen: “Vay kardeşim be… Ula hasret
bitmeden, ömür bitti. Adam ömrünü verdi de bizi vermedi” diyebildi sadece.
Onlar
bu konuşmaları yaparken revirden bir adam koşarak geldi: “Getirdiğiniz
adamlardan birisi son nefesini vermek üzere!” bu acı haber gelmemeliydi bu
gece. Bir dost daha yummamalıydı gözlerini. Koşarak revire girdiler. Adamın
gösterdiği yerde Selahattin yatıyordu. Beti benzi bembeyaz olmuştu zaten. O
sırada geminin doktoru hızla içeri girdi ve Alperen’le Utku’yu odadan kovdu. İçeride
bir tedavi süreci başlamıştı ki bitmek bilmiyordu. O sırada Hamza da yanlarına
geldi. Hamza beklediklerinden daha canlıydı. Hiç ama hiç üzgün gözükmüyordu. Utku
dayanamayıp patladı: “Hocan az önce öldü ama sen hiç üzgün görünmüyorsun?”
Hamza: “Ölen Can Hoca değildi.” Alperen: “Nasıl yani?” Hamza: “O ve arkada
kalanlar, insan bedenini örnek alarak yaptığımız ve düşmanın içinde kendini
infilak ettirme özelliği olan robotik yapılardı sadece. O gördüğünüz ateş ve
duyduğunuz patlama sesi de bizim yapılardı. O bağırışlar da muhtemelen
patlamadan sonra adadakilerin Can Hocama isyan için ettikleri hakaretlerdi.
Bugün orada düşman dışında ölen tek canlı Çaki’ydi ki onun da canlı bir
organizma olduğunu sanmıyorum.” Utku ve Alperen sarıldılar o an ve: “Bu adam
hiç ölmeyecek!” diyerek gülüştüler. Hamza: “Aslında bu açıklamayı sizlere
yapmam yasaktı ancak Can Hoca sizden o kadar çok bahsetti ki, sizlerin
üzülmesini istemez diye düşündüm.” “Can Hoca demek!” diyerek güldü Alperen.
Hamza: “Aslında o lakabı ona ilk öğrencileri yani bizden bir üst kuşak taktı.
Ki bana defalarca: ‘Hamza bana abi de oğlum.’ Demesine rağmen Can Hoca’ya o
kadar alıştık ki asla öyle hitap etmekten vazgeçemiyoruz.” Diyerek yaptı Can
Hoca hitabının nereden geldiğinin açıklamasını. Bu sırada Kübra kamarasından
geldi: “Ne oldu uyandı mı bizimkiler?” diye sordu. Alperen olan biteni Kübra’ya
da anlattı ve Ayşenur’un yanına dönmesini istedi. Kübra Alperen’in sözüne uyup
kamaraya geri döndü. Hamza izin isteyerek kaptanın yanına gitti.
Doktor
derin bir nefes alarak çıktı revirden. Utku ve Alperen meraklı gözlerle doktora
bakıyorlardı. Doktor bir an durdu nefesini toparladıktan sonra: “İki
arkadaşınızın durumu şimdilik iyi ancak karnından vurulan arkadaşınızı Ana
adaya yetiştiremezsek elimizden gelen bir şey kalmaz.” Utku: “Ne kadar süremiz
var doktor hanım?” “Üç gün sürer diye tahmin ediyoruz.” Alperen: “Çok mu geç
kalırız?” Doktor: “Bilmiyorum, bu arkadaşınızın ne kadar yaşama tutunmak
istediğine bağlı.” Alperen: “İnatçıdır o bizleri bırakıp gitmez bilirim.” Utku
da Alperen’i başıyla onayladıktan sonra hep beraber güverteye çıktılar. Alperen
doktora yönelerek sordu: “Doktor Hanım isminiz nedir?” Doktor: “Ezgi, siz de
sanırım Can Hoca’nın şu çok bahsettiği Alperen Bey olmalısınız ve siz de sanırım
Ayçe Hanım’ın eşi Utku Beysiniz.” Utku: “Doğru tahmin tebrik ederim Ezgi Hanım
ve sanırım Ayçe’yle tanışıyorsunuz?” Ezgi: “İlk olarak tahmin değildi.
Fotoğraflarınız Can Hoca’nın odasının her yerinde asılı. Adada Can Hoca’yı
tanıyıp da sizi tanımayan bir kişi bile yok ve ayriyeten evet kesinlikle
eşinizle tanıştım. Kendisi mükemmel bir bilim insanı ve çok iyi bir dost. Bir
asteroit sayesinde tanıştık kendisiyle. Ama bu hikayeler başka zamana kalsın”
dedi. Alperen: “Bak sen şu Can Hoca’ya.” dedi alaycı bir gülümsemeyle Utku’ya
bakarak. Ezgi: “Beyler müsaadenizle artık dinlenmem gerek. Arkadaşlarınızın bir
şeye ihtiyacı olursa ekip arkadaşlarım beni uyandırırlar. Sizlere hayırlı
geceler.” Alperen biraz nutku tutuk bir sesle: “Hayırlı geceler Ezgi Hanım.”
Dedi ve Utku da bıyık altından Alperen’e gülerek aynı sözleri tekrarladı. Ezgi
uzaklaştığında Utku Alperen’in sesini taklit eden alaycı bir tavırla: “Hayırlı
geceler Ezgi Hanım.” dedi. Alperen: “Ne var arkadaş kız güzeldi şimdi. Kanımız
kaynamış olamaz mı?” Utku: “Yuh birader! Şu durumda da kanın kaynıyorsa tebrik
ederim. Bir şey diyemem ama kesinlikle gurur duyarım.” dedi ve o an yapabileceğinin
en üst seviyesinde güldü. Sonra devam etti: “Hadi biz de yatalım artık Romeo
yoksa sabaha bizi de revire yatıracaklar.” Alperen Utku’ya hak verdi. Onlar da
kendilerine ayrılan kamaraya geçtiler. İkisi de duş alıp temizlendi. Sonra rahat birer yatak bulmanın huzuruyla yastığa beş kala uykuya daldılar.
Gün
ağardığında ilk gözlerini açan Ayşenur olmuştu. Önce ne olduğunu anlayamadı.
Sonra usulca ayağa kalktı. Dün yaşananları düşündü ve yavaş yavaş hatırladı.
Ağlamak bağırmak istedi. Derin uykuya dalmış ablası uyanır diye düşündü,
ablasına kıyamadı, gözyaşlarını içine hapsetti. Sonra duş aldı, temizlendi,
giyindi ve kamaradan sessizce çıktı. Güneş daha yeni doğmuştu. Güvertede nöbet
tutan iki kişi gördü. Yanlarına gitti. “Günaydın. Neredeyiz? Nereye gidiyoruz?
Herkes nerede?” gibi sorular yöneltti adamlara. Adamlardan iri olanı: “Günaydın
Ayşenur Hanım. Merak etmeyin, Alperen ve Utku Bey kamaralarında dinleniyorlar. Hamza
kaptanın yanında rotayla ilgileniyor. Selahattin Bey’in durumu gece ağırlaştı
ancak şu an durumu stabilize. Akansel Bey de ilaçla uyutulmakta. Biz de şu an Ana
adaya doğru ilerlemekteyiz. Tahmini varış süremiz iki gün. Bu arada ben Ahmet
ve arkadaşım da Ömer. Yolculuk boyunca yemek işlerinden sorumluyuz.” Ayşenur:
“Memnun oldum beyler kusuruma bakmayın, onca şeyden sonra aklım yerinde değil.”
Ahmet: “Önemli değil Ayşenur Hanım. Biz birazdan kahvaltıyı hazırlayacağız ama
eğer çok açsanız size önden bir şeyler ikram edelim?” Ayşenur: “Yok gerek yok
herkesle birlikte yaparım kahvaltıyı ben de.” “Siz nasıl isterseniz...”
Ayşenur: “Peki rica etsem bana Hamza’yı çağırır mısınız?” Ömer: “Hemen
çağırayım Ayşenur Hanım.” dedi ve fırladı.
Hamza
gelince Ayşenur bu anı bekliyormuşçasına bıraktı gözyaşlarını. O anda Hamza
hemen Ayşenur’a cebinden bir mendil uzattı ve orada ölenin abisi olmadığını
aslında olan olayları anlattı. Ayşenur’a yeniden yaşama sevinci gelmişti sanki.
Ancak bir yanı buruk bir sevinç… Ne yapacağını bilemiyordu Akansel ve
Selahattin’i görmek için revire gitti. Ezgi hastalarını kontrole gelmiş olmalı
ki o da oradaydı. Ayşenur Ezgi’yle tanıştıktan hemen sonra abilerinin durumunu
sordu. Ezgi: “Akansel Bey iyi sadece burada ameliyat edebilme imkânımız yok o
yüzden acıyı hissetmesin diye uyutuyoruz. Ancak Selahattin Bey’in durumu hala
kritik, Ana adaya bir an evvel varamazsak elimizden bir şey gelmez.” Ayşenur
oradakilere bakarak: “Bu geminin daha hızlı gitme ihtimali yok mu?” diye sordu.
Ezgi oradakilerin yerine cevap verdi: “Bütün kapasitesini zorluyoruz. Ama yine
de iki günden önce varma ihtimalimiz çok düşük.” Ayşenur bakışlarını yere eğdi
ve dua etmeye başladı. O
sırada Ezgi izin isteyerek revirden ayrıldı. Ayşenur da orada yapabileceği bir
şey olmadığını anlayınca hava alabilmek için güverteye çıktı. O sırada Utku da
uyanmış ve güverteye çıkmıştı. Ayşenur’la Utku sıkıca sarıldılar. Sonra Kübra
da güverteye çıktı ve o da bu sarılmaya katıldı. Ancak Alperen hâlâ
uyanmamıştı. O sırada Ömer kahvaltının hazır olduğunu bildirdi. Utku Alperen’i
uyandırdı sonra hep beraber kahvaltı yaptılar.
Hüzünlü
bir mutluluk ve anlam veremedikleri bir huzurla kahvaltılarını bitirdiler ve
geminin kıç tarafında bulunan muhtemelen geminin toplantı salonu olan bir odaya
geçtiler. Onlardan biraz sonra Hamza da odaya geldi ve: “Ana adayla iletişim
kurduk az önce. Selahattin Bey’in durumunun acil olduğunu bildirdik. Bir
ambulans helikopter gönderdiler. Az sonra burada olur.” Herkes umutla gülümsedi
ve içlerinden şükrettiler. O sırada helikopterin sesi duyuldu. Gemide
helikopterin inebileceği bir alan yoktu. Önce gemi demir attı. Sonra
helikopterden iki tane adam halatlarla ve sedyeyle aşağı indiler. Selahattin’i
sımsıkı sarmaladıktan sonra helikoptere çektiler. Ardından diğer adamlardan
birisi Hamza’ya bir mektup verdi sonra adamları da helikoptere çektiler ve
helikopter hızla Ana adaya doğru yola çıktı.
Hamza
mektubu Ayşenur’a verdi. Mektubun zarfında Ada talimatları yazıyordu. Ayşenur
Hamza’ya yönelerek sordu: “Bu ne?” Hamza: “Muhtemelen ada kurallarını ve adaya
vardığımız zaman yapmanız gereken talimatlar.” Ayşenur: “Ne yani bunca zamandan
sonra, bunca olaydan sonra abimin adasına inebilmek için kural mı öğreneceğim?”
Hamza: “Ayşenur Hanım Can Hoca bunu yolladıysa mutlaka bir bildiği vardır. Ben
bilemem o yüzden açın ve cevaplarınızı mektuptan alın.” Ayşenur: “Tamam tamam.”
dedikten sonra zarfı açtı. Zarfın içinden önce Ayşenur’a diye bir A4 kâğıdı
çıktı. İçinde: ‘Ey benim nefesim: sana olan özlemim Ağrı dağından lav olarak
çıksa Anadolu’mu yakar kavurur. Şükür kavuşturana. Az kaldı kavuşmaya. Bu
talimatları sana gönderdiğim için bana kızdığına adım gibi eminim. Ancak bu
talimatlar senin için değil. İndiğiniz zaman sizlerle gizli görüşeceğiz. Bu
gizli görüşmemizin farkına varılmaması için. Şimdi soracaksın abi neden, diye.
Çünkü biriciğim sizlere anlatacaklarım hiç anlatılmamış olması gereken bilgiler
olacak ve adanın herhangi bir yerinde anlatmak makul olmayacaktır. Ayrıca ada
kurallarına göre eğitimden geçmemiş kimse Ada öğretmenleriyle tanıştırılamaz.
Bu kuralı sizin için ihlal edersem kimse bir şey demeyecektir ama biliyorsun
vicdanıma yediremem. Ancak bunca zaman bekledikten sonra ve başınıza gelen bunca
olaydan sonra sizin eğitim teferruatlarıyla uğraşmanızı da bekleyemem. Allah’a
emanet olun. Selametle. (Bu arada eminim ki Hamza yaşadığımı söylemiştir, o
yüzden detayları anlatmayacağım.) Bu mektubu okuduktan sonra yak. Abin…’
Ayşenur mektubu okuduktan sonra birçok şeye anlam verememiş olsa da abisine her
zamanki gibi güveniyordu ve mektubu yaktıktan sonra herkese talimatları okudu.
Sonraki günler de bu talimatları tekrar edip çalışmakla geçti. Sıkıcı ve yorucu
bir deniz yolculuğundan başka önemli bir gelişme olmadı. Bir de son gece
Alperen ve Ezgi iyice yakınlaşmışlardı. Bu yakınlaşmanın niyetine ise sadece Utku
vâkıftı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder